30 Kasım 2015 Pazartesi

Amasra-Safranbolu






Geçen hafta tükenmişlik sendromu mudur, bunalmışlık mıdır nedir bilemiyorum ama tatile ihtiyacım olduğuna karar verdim.Okul, yorgunluk, kendini tekrar ettiren aynı cümleler perşembe günü son raddesine ulaşınca , dedim ki  gitmeliyim..Akşamında ne yapsam diye düşündüm.Hafta sonu için kişiler,yerler ...Birden  Elifciğim aklıma geldi, Bartın da yaşayan arkadaşım. Aslında daha öncesinde yurt dışına gitmeyi düşündüm hatta bir kaç da yeri aradım ama en erken Aralık ayı sonuna yer verdiler.Sanki ne kadar uzağa gidersem o kadar rahatlıycaktım... Elif'le konuştuktan hemen sonra gidiş dönüş biletimi ayarladım ve cuma akşamı yollardaydım...
Beklediğimden uzun bir yolculuk sonrası Abdipaşa'ya ulaştım.Küçük bir karadeniz beldesi. Ilık bir yeşillik ve sakinlik ile karşıladı beni. Ana yolun çevresinde kurulmuş küçük sehrirde,yolun bir tarafı Bartın'a ,bir tarafı Karabük' e gidiyor.Ulaşımı oldukça rahat diyebilirim. Arkadaşımın evi de İstanbuldaki evlere göre oldukça konforlu ve fazlasıyla sıcak..Merkezi kalorfer sistemi var ,henüz doğalgaz gelmediğinden kömürün verdiği sıcaklığı unutmuşum. Buharlaştıran bir sıcaklık..Biraz uyuyup,dinlenip kahvaltımızı yaptıktan sonra, Bartın dolmuşlarına bindik.Her zamanki gibi en ön koltuğa oturdum ve sonbahar manzarasının tadını çıkararak Bartına'a yolculığa başladık.Yollardaki ağaçlar adeta , hani gelin damat salona girerken, karşılıklı ellerini birleştiren çiftlerin ellerinin altından geçerler ya,onun gibi birleşmişler ve altlarından biz geçiyorduk. Sarı,yeşil ağaçlar, rengarenk dağlar çok güzeldi..Bartın'da indik.Çarşı merkezine gitmedik.Terminale yakın, Yalı diye adlandıkları , kenarlarında oturma mekanları ve mekanların ön taraflarında arnavut kaldırımları ,ara ara ağaçları ve nehir boyunca devam eden yürüyüş yolları olan çay boyu var.  ..Kenarlarda küçük tekneler de mevcut, istersen tekne turu yapabiliyorsun....Yerler tamamen sarı yapraklarla dolu..Hava çok güzeldi, ılık esintisiz... Yağmur yağacak gibi ama yağmıyor, arada hafif hafif çiseliyor sadece..Nehir yeşil renkli, yazın mavi  renkli midir bilmiyorum. Kahvelerimizi durgun yeşil nehre nazır içtikten sonra  Amasra dolmuşuna biniyoruz.
 Yarım saat kadar sonra , aynı güzellikteki ağaçların arasından Amasra'ya varıyoruz. Ben sahil yerlerine yaz mevsimi  dışındaki mevsimlerde gitmeyi daha çok seviyorum ,hem kalabalık olmuyor hem de o yalnız hali daha güzel geliyor...Ama burası  küçük bir sahil şehrine göre kalabalık geldi gözüme...Akşama az kalmıştı, hava kararmak üzereydi bu yüzden kısa zaman geçirebildik ama sahilin manzarası hakikaten güzeldi..Yabancı, eski filmlerdeki denizcilerin konuk olduğu ,antik şehirlerdeki limanlara benziyordu....Hilal şeklinde bu sahile bakınca ortasında denizin devamı ve karadaki ışıkların denize yansıması görünüyor..Çok hoş bir görüntüsü vardı.Bir kaç çay bahçesi ve küçük güzel bir çarşı..Otantik eşyalar..Ayrıca ahşaptan yapılmış sıcak atmosfere sahip merkez camisinin içi de çok güzeldi...Akşam olduğundan , ve kahvaltıyla durduğumuzdan gezintimize nokta koyup, deniz manzaralı öğretmenevinde balıklarımızı yedik. Oldukça ekonomik ve lezzetliydi..(içkili olmayan tek mekan burasıymış) ..Amasra'ya sadece virgül koyup, bir yaz bir kaç günlüğüne gelme kararı ile Elifciğimin evine doğru yol aldık...


Diğer sabah, kahvaltılarımızı yapıp bir saatlik Safranbolu yolculuğumuza çıktık. Burada bahsetmeden geçemiycem bir yer var, ismi Cumaova. Adeta bir film seti için kurulmuş gibi duran, küçük bir belde..Her şey az, küçük ve güzel...Çevresinde yüksek dağlar var ve ortasında Cumaova. Dolmuşumuz yolcu almak için merkezinde durdu, zaten başını şöyle bir çevirererk herşeyini görebiliyorsun. Bakkal büyüklüğünde terminal, üst katında belediye, bir kaç ev, tek ya da ki katlı..Gülmseyerek izledim, tabi her zamanki gibi ön koltuktan..Aracımız yola çıktı ve  birbirinden güzel sonbahar manzaraları eşliğinde Safranbolu'ya vardık.
 Safranbolu..Ne kadar cahil bir insanım bir kere daha farkettim. Yedi sekiz sene önce gelmiştim Safranboluya ve ben tüm şehri ahşap evleri ve otantik çarşısı olan bu şehir sanmıştım...Meğerse eski şehir ve yeni şehir olarak ikiye ayrılıyormuş.Yeni şehir, eski şehre 10 dakika mesafede, bir çok ilden büyük, her şeyin mevcut olduğu modern bir anadolu şehri.Çok şaşırdım doğrusu..Gelelim turistk Safranboluya yani eski şehre..Burası taşlı yolları, çarşıları, tarihi camileri ,hanları, hamamları, safran kokulu, bol lokum ikramlı sokakları ile görülmeye değer şehirlerimizden...Malum hava erken karardığından önce şehrin dışındaki 'Kriral Teras'a gitmek istedik. Orası İncekaya Su Kemeri ve kanyonun üstüne yapılmış cam bir teras..Kendini çok yükseklerde hissettiren güzel bir düşünce olmuş...Su kemeri Osmanlı döneminde Gayza köyüne su getirmek için yapılmış muazzam bir yapı..Kanyon boyunca ahşap yol ve merdivenler de yapılmış,isteyen inip yürüyüş yapabiliyor. Terastan da yürüyüş yapanlar görülebiliyor..Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan seyretmekle yetindik. Yolda şoförümüz buraya çok yakın bir de mağara var,çok güzel dedi. Yakınsa oraya da gidelim dedim. Su kemeri,dağlar ve teras manzaralı fotoğraflarımızı çekinip arabaya döndük..Aman Allahım taksimetre hala çalışıyordu...Biraz,  mağaranın fiyasko olup olmayacağına dair kaygılı, biraz da taksimeterenin daha ne kadar olabileceğine dair sıkıntılı bir yolculuktan sonra mağaraya ulaştık. Geçen hafta arkadaşlar terasa 35 tlye gelip,gitmişlerdi. Şu an taksimetre 70 tl idi ve mağaradan dönünce kaçı gösreceğine dair hiç bir fikrimiz yoktu. Böyle durumlarda önden parayı konuşurdum genelde ama işte amcanın rehbervari ton ton hali kandırdı beni...Arabadan inip Bulak Mencilis mağarasına girdik.Başlangıçta,ikimizde kazıklandık sanırım diye düşündükse de ilerleyen yol boyunca harika bir yerde olduğumuzu farkettik...Burası da muazzam güzel ve Safranboluya kadar gittiyseniz kesinlikle görülmeden gelinmemeli denilecek bir yer.Döndüğümüzde amcanın gösterge 100 tl yibulmuştu..Amca dedik, beklerken de mi açık oluyor, fazla gibi geldi dedik..''Birşeyler yaparız merak etmeyin'' dedi..Biraz yatışıp Safranboluya geldik..Amca alacağı parayı haketmek için panoromik bir yeni ve eskişehir turu yaptırdı ve güzelce de anlattı..Ben memnundum şahsen, hava soğumuştu ve görmek istedğim heryeri de hemen hemen göstermişti..''.70 tl  ''dedi. Sevinçle verdik, keşke başta söyleseydi de o kadar heyecan yapmasaydık :) Safronboluya aç bilaç gelince amcanın tavsiye ettiği Kadıoğlu na gittik... Harika bir yer..Huzurlu bir köşk, temiz bir mekan ve çok lezzetli yiyecekler..Üstüne ikram ettikleri çay bile güzeldi. Kastamonu da da yaygın olan, bu coğrafyaya ait olan Kuyu Kebabı sipariş ettim..Onca yıl orda yemek nasip olmamıştı bir türlü ,kısmet buradaymıs dedim. Kuyu Kebabı, direkt kuzu eti..Löp et..Haşlama et gibi ama dibinde ateş olan bir kuyuda bir günde falan pişiyor bildiğim kadarıyla..Lokum gibi pişmiş ama baharat falan hiç bir şey yok..Ben sevdim, lezzetliydi . Ama sanırım eti sote yada kuşbaşı pide şeklinde yemeyi daha çok seviyorum. Arkadaşımın pidesinden de otlandım, o da ayrı bir harika idi...
Buradan çıktıktıktan sonra akşam serinliğinde çarşısını gezdik,alışveriş yaptık, her dükkandan lokum yedik..Sürekli ikram ediyorlar , çok hoş :)  Ve közde kahvelerimizi içerken arkadaş son arabanın 15 dakika sonra kalkacağını farketti. Koşarak dolmuşa yetiştik ve yağmurlu güzel günde Abdipaşa'ya geri döndük tabi ki ben yine ön koltukta idim...Midem bulanmadan seyahatimi tamamlamanın verdiği mutlulukla çayımızı içerken saat daha akşam dokuzdu...İyi ki gelmişim :)))


25 Kasım 2015 Çarşamba

ERMENİ SOYKIRIMI ( SÖZDE)

Geçenlerde  Amerikan, Fransız  yapımı bir film izledim.Film,(sözde) Ermeni Soykırımı hakkında.O dönemi yaşamış bir kadınının torunu olan, Fransa da yaşayan Ermeni bir ailenin çevresinde geçiyor. Zaman zaman Osmanlı dönemine dönen sahneleri de içeriyor. Kıyafetler, dönemi aktarış, insanların dış görünüşleri ile dönemsel uyum başarılı diyebilirim. Ama filmde öyle önemli bir detay var ki, o dönem öyle bir anlatılıyor ki  bir anda kendini yönetmenin baktığı pencereden bakıyor buluyorsun .Filmde Osmanlı askerleri  güya ,Ermenilere önce tecavüz ediyorlar sonra da gaz yağı döküp yakıyorlar ...Hatta Hitlerle eş bile tutuluyor bir konuşmada..Araya aşk, dramatizasyon bir kaç da kaliteli film efekti de koymuşlar ki, herkese hitap etsin.Öyle kurgulanmış ki, müzikler, duygular...Tam da  yönetmenin düşündürmek  istediği  gibi düşünüyorsun...

Merak ediyorum;
Amerikan askerleri  daha  körfez savaşında köpekleri eşliğinde yüzlerce Iraklıya  tecavüz  edip, binbir türlü çirkin işkence yapıp bunu da kendileri videoya çekmediler mi? Onlar gururla dünya ile paylaşmadılar mı?
.
Fransa Afrika halkını köle yapmadı mı? Toplu mezarları, kellelerle çekilmiş, işidvari fotoğrafları her yerde...Daha da çirkini , bu  Afrika  insanlarını, Fransaya götürüp,çırılçıplak soyup, hayvanat bahçesinde sergilemedi mi?
İngilterenin Aborjinlere yaptıkları?  Artık öyle bir halk kalmadı,daha ne olsun?
Sırpların Boşnaklara yaptıklarına ne demeli –lafta barış gücü- askerleri göz  yummadı mı soykırıma?  Yaşayan, tecavüze uğramış, hayatları mahvolmuş bir avuç insan bırakmadılar mı geride ? 18 yıl sonra hala toplu mezarlar çıkmıyor mu her yıl?
Ve Azerbaycandan, Kırıma ,Bulgaristandan Çeçenistana..... ( İsrail’in yaptıklarına hiç değinmiyorum) .....Bunlar  her türlü teknolojik cihazın var olduğu, daha bir kaç yıl öncesinde  yaptıkları her pisliği dünyaya servis etmekten çekinmediler.Yüzyıl öncekilere hiç değinmiyorum..Bosnada Sırp askerlerinin yanmış bebeklerle sırıta sırıta  çekilmiş fotoğrafları  var, -bizzat yerinde gördüm-.( Ahmiç Köyü) ..Hocalı da insanların canlı canlı derisi yüzülürken seyreden asker videoları var...Ve binlercesi,ve binlercesi.....Tekrar  tekrar söylüyorum, İftira değil bunlar,  onlar için, gurur kaynağı ..Hatta öyle büyük  gurur ki  çarşaf çarşaf paylaşmışlar dünya ile...

Gelelim  bizim meseleye; Osmanlı ne mi yaptı ?

Hocalıyı yakan Ermeniler gibi tüm Ermenileri mi yaktı ?

Bulgaristanın,ya da Hitlerin yaptığı gibi kamplara  mı aldı ?( Belene kampı,bknz.)

Sırplar gibi dev çukurlar açıp içine mi gömdü, o gün bugündür
toprak ceset mi kusuyor?

Ne yaptı Osmanlı?

Zorunlu Göç....Zorunlu  Göç...Keşke içlerinden çıkmış hainler yüzünden , yüzyıllarca kardeşçe yaşamış bir halk ,evlerinden göç etmek zorunda kalmasaydı,Keşke Fransanın ,İngileterenin  kışkırtması ile,ülkelerine silah çekmeselerdi de,  mazlum insanları , yollarda telef olmasaydı...
Bizim Çanakkalemiz,Gazi Antepimiz, Şanlı Urfamız ,Kahraman Maraş ımız laf değil...
Bu adamlara denmedi mi;  eğer soykırım varsa toplu mezar da vardır.Gelin , tarihçilerinizi de getirin varsa bulunsun diye...Yok ,maksat , üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca iş başka tabi..

Çok derin bir keder içindeyim.Onlar ne yaparlarsa yapsın tertemiz çıkıyorlar ya, bizim bayrağımız altında yaşayan insanlar bile onlara inanıyor ya...Bana bu durum  zengin zübbeleri hatırlatıyor. Ne ceviz kırarlarsa kırsınlar hep temize çıkarlar...Sonra da kendilerine bir günah keçisi bulurlar...Mehmet Akif , taa o günlerden ne güzel söylemiş; Sabreden okusun şu şiiri, herşeyin özeti...

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?
Mehmet Akif Ersoy

7 Kasım 2015 Cumartesi

BEFORE


Beş altı yıl kadar önceydi sanırım onlarla tanışalı...
Fotoğrafların diğital ortama basılı olmadığı zamanlarda çekilmiş, sırt çantalı boydan askılı bir elbise ve içinde ise  kısa kollu bir tişörtümle ,uzun sarı iri dalgalı saçlarım ve  keşfetme arzumun gözlerimden yansıdığı o fotoğraf. 22 yaşındayım...Bir süre başucu resimlerinden biri olduğundan net aklımda.... Hırkalarımı ben de genelde belime bağlardım,gerektiğinde kullanayım diye .

Before Sun Rise
Bu film beni o zaman bir kaç gün kendime getirememişti...Eskiden ne kadar samimi , doğal,masum ve korkusuz olduğumu  hatırlatmıştı..İkisini izlerken ,ben de onlarla konuşuyordum...Bilmiyorum herkese mi böyle oluyor ama...Bir günlük biletler, tanımak için  sorulan o sorular, seyahetler ve aptallıklar, evet, tam bir aptal olduğunu gösteren  fazla kıvrımlı düşünceler, düşünceli haller....Bölük pörçük gençlik yılları ve  hisler, adeta  sıkıştırılmış ve iki insanda toplanmış....İzlerken ben de geçmiş hayatımı izledim...Söylenen her cümle öyle değerli ki, sanki bana sorulmuş ve cevaplarını da aynı anda ordan ben veriyorum..
-          (Bir yaz ve sorular
-          Sahilde bir yerlerde, "elini aç bakayım falına"...
-           Ayrılıklar
-          Sadece bir günümüz var...
-          Bir kaç saatimiz var
-          Luna park
-          Gün doğuyor
-          Pembe, bunlar da bardak almışlar ,bizimki fincandı )

Bu filmi otuzuma girerken izlemiştim ve tam da filmdeki kızın olduğu yaşlardayken hemen hemen aynı şeyleri hissetmiştim, aynı kıyafetleri giymiştim, aynı hassasiyetlere sahiptim..Yedi sekiz yıl sonra üniverste yıllarımdaki beni, o kızı , o yılları karşımda görüyordum.Hem de tam da o yıllarda çekilmişti..Peki o  zamandan  bu güne  kadar  bana ne olmuştu..Hiç.....Bir kaç şehir, bir kaç  ülke, biraz içe dönük  hüzünler, bayan öğretmen günleri, dostlar, sıkıcı - garip insanlarla zorunlu iletişimler ve hayatımı anlamlandıran değerli öğrencilerim..Bu kısmı gerçekten iyi ki var...Ama duygu yok...Yemek için güzel bir mekan seçiliyor.Masa da  oturuyorsun, tanıştırmalar, aptalca sorular...’’Bir evlilikten ne beklersin ‘’ İçim  şişiyor, kendimi ifade edesim  de gelmiyor .Ne arıyorum ben burada , yurtta ne güzel çocuklarla sessiz film izlerdim diyorum kendi kendime...( Cuma ,cumartesileri etüt yok) Yaşın geldi, geçiyor diyorlar , içim yine daralıyor....Güzel insanlar  yıllar önce hepsi birden , -konuşabildiğim , sevebildiğim ,özgür ,doğal ve  kendim olabildiğim herkes-,  bir şehirden ayrılırcasına ,oradaki binalar gibi adeta, o yıllarda kalakaldılar.....Ve bir daha hiç gelmediler , ve bir daha hiç olmadılar . Bir yanım  eksik yaşarken, işte bu ruhaleti içindeyken bunu izlemiştim, Kaybettiklerim için , içten içe anlamlandıramadığm bir hüzün yaşarken bu film acı acı gülümsetmişti beni...Sana benziyor demişti arkadaşım , filmi tavsiye eden...Geçmişin bir daha gelmeyeceğini, asla öyle doğal ve güzel olamayacağımı anlatıyor diye üzülmüşüm aslında ...Müthiş  önsezim çalışmış yine, öngörü mü demeliyim yoksa. Kıvrak olduğu idda edilen beynim bence sadece  fazla kıvrımlı...Bir elbisenin  askısından, bir yeşilin tonuna kadar her şeyi depo edip, alakasız bir zamanda manyak bir bağ kurup acıdan öldürebilir..Aynı kıvrımlar  mutlu da edebilir tabi...Neyse böyle bir şeydi işte...Ama beni asıl etkileyen Before Sun Set oldu.

Before Sun Set
Aynı gece  bunca düşünce içindeyken birden benim yaşıma geldiler.Güzel olansa gerçekten gelmiş olmaları,filmin on yıl sonra devamı çekiliyor.Makyaj falan değil, gerçekten yaşları ilerlemiş...Kadın biraz yaşlanmış tabi, ama sempatik hala...Birsürü ülke gezmiş, heyecanla anlatıyor yine..Bekar, evlilik bağından ödü patlıyor..Sürekli  karşısındakinin duyması gereken telaşı kendi duyuyor....’Geç kalacaksın’..Arkadaşıma diyorum ki, bu kadın kesin yay burcu ve kadın birazdan diyor...’’Ben yay burcuyum mesela ‘’..Gülüyoruz...Film ilerliyor ve birden ağlamaya başlıyor...Güçlü  özgür kız halleri fora, yalanmış sanıyoruz..Kesinlikle yalan değil ...Hem o, hem  öbürü aslında...Sonra karşısındakinin daha acınacak halde olduğunu  anlayınca birden ‘’oh bee,’’ diyor tabiri caizse. Aslında onu üzgün gördüğü için, unutuyor neden ağladığını ya da kızdığını ..',.Tipik yay burcu halleri, merhametli....En büyük dramdan , komediye geçiş sadece bir kaç saniye...Ama boğazdaki düğüm asla gitmez...Şimdi daha iyi anlıyorum ki, ne yaşarsak yaşayalım o orada duracak...
Senaryo harika...Ayrıca yay burcuyum deyip özelliklerini taşıması kadar ilginç bir detayı başka hiç bir yerde bulamam sanırım...
Bu film, bu film ilkini de zirveleştirdi... Bir gecede fazla şok etkisi olmuştu doğrusu..Otuz yaşındaydım ve yirmili yaşlarıma kendimce benzerlikler bulduğum kadın, otuz lu yaşlarıma da haddinden fazla benziyordu.Zamanda yolculuk, felsefi konuşmalar, yoğun ve samimi duygular..Ve tabi benim bir de kendi kafamdaki kendi sahnelerim...
İşte o yüzden  günlerce etkisini atamadığım bu filmler ve zincirleme hissettirdikleri unutulmayanlarımdandı...Geçenlerde bir arkadaşa verdiğim .harddiskimi televizyona taktım. Onları orda görünce, alalede bir zamanda açtım.Nasılsa izlemiştim, bir kaç sahne seyredip kapatacaktım.  Ama etkisini umutmuşum, zamansız bir zamanda ,takılıp kaldım . .. O cümleler, sadece ''cümle'' değiller..Çok ayrı incelenmesi lazım gelen felsefik alt yapısı olan, duyguyu kitap tadında veren şeyler...Ya ben fazla kişiselleştirdim  -bir anormallik var- ya da bu filmler bambaşka ...

          Kalbe dokunan her şeye sevgiler...


26 Ekim 2015 Pazartesi

kısa

Uzun zaman oldu.Tam kağıda dökmek geliyor içimden, sonra bir bakmışım, suya yazmışım...Aslında bir sürü yer var anlatılacak, bir sürü ülke, insan, his...

14 Eylül 2015 Pazartesi

EYLÜL

Eylül geldi yine…Biyolojik saatim çalışıyor..E normal tabi. Hangi Eylül huzurla geldi ki. Yıllar yıllar yıllar…Kaç yıl oldu
EYLÜL
2005-Siyah nokta belirdi, büyümeye hazır
2006- Siyah bir çukur, kara bir delik, içine nüfuz eden o acı…
2007-Bu sefer küçük siyah bir delik, sanki daha az acı
2008-Acı ne ki… Her yer karanlık…Girdap adeta…
2009- Ait değilsin hiçbir yere , misafirlik…Bir garip gri , hüzün ve yalnızlık
2010-vb.
2011-  yine garip bir yer , yine  misafirlik..
2012- … Yine belirsizlik, yine bir yatağa mahkum,, ama bu sefer daha beter…Salaklık yılları
2013-     Rezillik … mide bulantısı ve keşkeler…istanbul’da iki dağ arasında git-gel..
2014- Dibe vuruş…Çaresizliğin vücut bulmuş hali...Gülümsemek bile imkansız...Ve yatağa mahkumiyet
2015- Aslında bir şey yok...Çok şey de var da, bir şey yok.. Yukardakileri düşününce bir şey yokmuş diyorum ama… Kalbim aynı acıyla yanıyor yine, sabahları mutsuz uyanışlar, kabına sığmamalar…Neden? Neden olacak.. Biyolojik saat diye bir şey var da ondan.. Var mı sancısız bir başlayış, yıllar yılı süren valizle yaşamalar..Var mı ait olunan bir yer ? …Ve ne aldın karşılığında , ne buldun…

Ah be salaklıklarım, ah be acziyetlerim, ah be keşkelerim…Neden bu kadar fakirliğe mahkum ettim kendimi…Neden bu kadar aciz bıraktım kendimi..Nden bu kadar hayallerimi yaşayabilecek güce sahipken beceremedim ve ezdim kendimi..Bana zarar veren bir tek ben oldum..Kıramadım zincirlerimi,,esir ettim kendimi..Ah be korkaklıklarım ,nedeninin nereye dayandığını bilmediğim hallerim…. ….
 Ve şimdi biyolojik saatim çalışıyor..Eylül çanları çalıyor...Pavlovun şartlanması gibi işte…Gelince sonbahar, yine benim içim acıyor….

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Anadoluda Avrupa Yaşanıyor,Biz İstanbul'da Sürünelim...

Dün Kastamonu’dan geldim.. İstanbul’da ne kadar ilkel şartlarda yaşadığımı bir kere daha farkettim.. İçindeyken de farkındaydım ama şimdi çok daha iyi biliyorum..Orada yaşam hakikaten huzurlu..Bir sabah arkadaşlarla kahvaltı yapıyorum, sonrasında banka işlerimi hallediyorum ,sonra güzel bir mağazadan alışveriş yapıyor, başka bir gurupla buluşmaya bir mekana gidiyorum. Ve bunları yaparken hiçbir an huzursuz hissetmiyorum . Saat derdi yok, kaygı yok, mutsuz insan yüzleri, yapış yapış tenler, ve samimiyetin sınırlarını zorlayan otobüsler yok…Oturduğumuz bir mekanda sohbet ederken duyabiliyorum karşımdakini. Konuşmalar duyulmasın diye son ses açılmış müzik sesleri yok ve dahası sana ‘’yediysen, kalk da ben de oturayım’’ diyerek mahsun gözlerle bakan insan kalabalığı yok.. Yürüdük daha çok, çay boyunda , sokak aralarında. Yürüyerek ulaşabilmek bir şeylere…Ne huzurdu Allahım…Saatler süren çileli yollar ve sıra beklemeler olmayınca zaman sana kalıyor…İçine bir sürü şey sığıyor….Arkadaşlarla geziyoruz, bir şeyler beğendik.. Yoruldum biraz ,yarın deneriz diyorum.. Tezgahtar mütebessüm,’’ tabiiki ‘’ diyor..-Ne huzur-…Yarın, sonraki gün...Kaybetme kaygısı yok…Dönülmez yollar değil neticede, her şey yerli yerinde.. İstanbul’da alışveriş bile işkence benim için.. ’’Buldun buldun, aldın aldın’’ Bir daha aynı yere gelmek için sarfedeceğin ne para ne de emek karşılamaz almak istediğin şeyi, tabiri caizse astarı yüzünü geçer...Ha bir de evler var tabi ki, ferah evler…Geniş mutfaklar, salonlar. .İçin açılıyor ..Ama benim içim sızlıyor bir taraftan,( ev delisi olduğumdan),’’ İstanbulda nerdeee’’ diyorum kendi kendime.. Yukarda saydığım rahatlığı yaşayanlar var elbette İstanbul’da da ama orta halli olmadıkları kesin. Yani Kastamonu’da bir memur olarak ,İstanbul zenginlerinin hayatını yaşabiliyorsun..Yüzme havuzun, spor salonun, özel terzin, sineman, kendince mekanların, ormanın , denizse denizin....İstemezsen şehirde kalmak 15 dakikada hava alanındasın…Ve bunları kozmopolitan şehirdeki garip ve huzursuz insan yüzleri ile değil, sana benzeyen tanıdık yüzlerle yapabilmek…Ordayken bir kitapçım vardı, yılda bir hafta yüzde elli indirim yapardı. .O dönemlerde öyle çok kitap alırdım ki, o dönemin tüm popüler kitapları hep ordan kalma.. Arkadaşlarla da giderdik, ya da orda karşılaşır ve ellerimizdeki kitapları konuşurduk…Düşünüyorum da kitaplar bile hayatımın daha bir parçasıymış orda.. Şimdi alırsam ancak iternetten alıyorum...Elimde kitaplarla dolaşamam ki onca yolu.. Ben sanırım bir zamanların İstanbul’una aidim ..O yazarların ,şairlerin bahsettiği şehre…Yaşanmışlığını, güzelliğini sap sade saklayan ve iliğine kadar hissettiren şehre…Şimdilerde insan kokusundan başka bir şeyin kalmadığı bu yerde yaşamak değil, ancak mazinin izlerini görmek için ziyaret etmek gerekir… Velhasıl kelam; Ne tamamen köyde yaşamak istiyorum ne de mekanik gürültülü bir şehirde…Tarihi ,kültürü olan ,ve kendini değerli hissettiren , yormadan modern hayatın nimetlerini de sunabilen bir şehre ihtiyacım olduğunu farkettiren Kastamonu ziyaretimden kalanlar bunlardı..Daha doğrusu,kağıda dökülebilenler…Bakalım zaman ne gösterecek…

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Suriyeli Yetimler

Mayıs ayının üçüncü haftasıydı. Suriyeli yetimlerle ilgili bir proje var dediler, bir kaç saniye içinde kabul ettim..Herkes bir şey diyordı da gerçekte neler oluyordu, nasıllardı ? Tarihin yazıldğı zamanlara tanıklık ediyorduk, yerinde görmeyi doğrusu çok arzu ediyordum.
İstanbul’dan kıl payı yetiştiğimiz uçakla Hatay’ a geçtik. İner inmez farklı bir coğrafya da oldugunu hisstiren sarı sıcak iklimi ile Reyhanlı ya hareket edecek küçük bir dolmuş karşıladı bizi..Geniş, düz ve verimli arazilerin arasından, yarım saat kadar bir sürede Reyhanlı’ya ulaştık..Yol boyunca kaç kilometre kaldığını gösteren tabelalarda Halep ismini görünce hüzünlendim doğrusu..İsmi var ama kendisi adeta  yok olmuş şehir..Oysaki ne kadar da güzeldi...
Reyhanlı, oldukça küçük bir ilçe...Dümdüz arazilerden sonra alçak bir tepeye çıkar gibi şehrin merkezine çıkılıyor. Eski bir yerleşke olduğunu düşünürsek, ikliminin sıcak olası nedenıyle nispeten daha yüksek bir yere  iskan ettiklerini düşündüm. İlçe merkezinde,  dört yol ağzının ortasında bir anıt karşılıyor..2013 yılında şehirde bomba patlamış ve 53 Reyhanlılı vatandaş hayatını yitirmiş..Yol boyunca şoförle konuşarak gittim..Türkiye’nin bu olayda ne kadar duyarsız kaldığına içerliyordu, haklıydı da ! Açıkçası ben bile zar zor hatırlıyordum olayı...Otele vardık, kendimi yıllar önce geldiğim Suriye gezisinde gibi hissettim..Otelin son katındaki, lokantasının penceresinden şehre bakınca, kurak dağları, çatısız damları,sıvasız evleri gördüm...Sıcak, sımsıcak ama bize ait şeyler...
Akşam şehri şöyle bir gezmek için çıktığımızda halkının artık yarısından fazlasının Suriyeli, olduğunu fark ettik..Herkes durumu kanıksamış gibiydi..Kimi şikayetçi, kimi ikiye katlattığı fiyatlarda dolayı halinden memnun...Şoför Bey gibi insanlar da çoğunluktaydı tabi..Yolda köyünü göstermişti..’’Tellerin az berisinde benim köyüm ,ötesinde onların...Benim de başıma gelebilirdi,..Ne yapalım, Allah ne verdiyse paylaşıp gideceğiz..’’
Diğer günün  sabahında hep birlikte yine bir tepede düğün salonu gibi bir yere gittik..Bizim geliş amacımız olan Yetimler Şenliği burada düzenlenmişti. Hatay civarındaki tüm yetimhaneler katılmıştı...İçeri geldiğimde, bir süre ne yapacağımı bilemedim..Gurup gurup masalara oturmuş çocuklar, başlarında ‘’Müşfikaları’’ ...Boğazım düğümlendi, bu çocukların aileleri yoktu, savaş görmüşlerdi, yanlarında birileri ölmüştü ,belki en yakınları,belki daha da kötü şeylere maruz kalmışlardı...Elimde balon, ne yapacağımı bilemez halde duruyorum..Baktım tatlı bir kız,gülümsüyor bana,ismi Amuni’ymiş...Başladım konuşmaya, oynamaya..Onlara gülümsediğimde önce mahcup oluyorlar, sonra yavaş yavaş yaklaşıyorlar...Utangaç ve korku dolular...Sürekli onların popüler müzikleri çaldı, çocuklarla pistten hiç inmedim...Halka olup müzikler eşliğinde oyunlar oynadık.Yanıma gelmek isteyen ama utananlarının elerinden tuttum, eğik başlarının altındaki gülümsemelerinde memnuniyetlerini gördüm...Müzik durdu ve bir anons yapıldı, bir öğrenci gurubu etkinliği varmış. O kadar çocuk inanılmaz bir hızla yerlerine oturdular ki şaşkınlıkla izledim..Benim okulumda bunu başarabilmem en az yarım saatimi alırdı, üstelik benimkiler lise öğrencileri..Bu arada bir de liseli öğrencilerin olduğu bir masa vardı, yanlarına gittim..Bir tanesi Türkmendi,onun tercümesiyle sohbet ettik..Küçük çocukların masumiyetini çok seviyorum ama liselilerle sohbet etmek de bambaşka...Kızlar çok sempatik, olgun ve güzellerdi..Terbiyeli birer ailede yetişimiş oldukları her hallerinden belliydi..Bir tanesi benimle konuşurken izin istedi, ilkokul öğrencisi kardeşinin önüne çalışma kitabını açtı,talimat verdi ve sonra bana dönerek gözlerime gülümseyerek baktı, sizi şimdi daha iyi dinleyebilirim der gibi...Bu harekette o kadar çok incelik vardı ki,o an o kıza orda sarılmak istedim..Çok güzeldi, herşeyiyle....Ve  ne yaşarlarsa yaşasınlar, farklı yerlerdeki yaşıtlarından farklı olmayan bir de halleri vardı kızların, Gülmeleri.....İnsan o yaşlarda gülecek bir şeylermutlaka  bulabiliyor..Tabi benim ,kitaplarını incelerken tersten  bakmış olmam ve garip telaffuzlarımla arapça öğrenme çalışmalarım da onlara komik gelmiş olabilir... Müzik yine aniden durdu ve bir anons daha, bu sefer daha hızlı ve sessiz bir şekilde oturdular..Bizim liseli kızlar gülmeye başladı, bana tercüme ettiler, yemek anonsuymuş, yemeğin adını duyunca nasıl da hızlandılar ama diyip, tekrar gülüyorlar :)
Yemekten sonra bir ara aşağıya indim,alt katta yemekhane var, girişte de iki kişilik bir bekleme koltuğu var...Kaçak çay içtiklerinden, çay içemiyordum, yemeğin üzerine bir kahve içmek istedim ama kafeterya falan  yok..O sırada orda çalışan Reyhanlı’lı bir bayan ben size yaparım dedi..Müteşekkir olarak kahvemi beklerken, kırklı yaşlarda çok güzel ,oldukça şık Suriyeli bir bayan geldi, yanıma oturdu..Çat pat yarı ingilizce ,yarı çalışanların tercümleri ile sohbete koyulduk...Kendisi yetimhane müdürüymüş, eşi de doktormuş.Sahra hastanesinde çalışıyormus.Bir kaç yıl olmuş geleli, Lazkiye den gelmişler..Eski resimlerini, evlerini ,çocuklarını gösterdi...Suriyedki evi deniz kenarında bir villa,,,Buraya gelince tüm varlığını bu yetimhaneye adamış, ‘’ailemden çok kişi kaldı geride, hep merak içindeyim’’ diyor. Hayatımda içtiğim en acı kahve çok tatlı bir sohbete eşlik ediyordu..Zaman zaman ellerimiz üst üste ,gözlerimiz pür dikkat mimiklerimizde, konuşmaya,anlaşmaya çalışıyorduk..Ortak bir dil yoktu ama gönül birliği vardı..Israrla bizi  evine davet ediyordu, ağırlamak istiyordu..Hatay’da yetimhanesini ziyaret imkanı bulduk., ama evini ziyaret imkanı bulamadık.
Hatay’ın meşhur künefesini yerinde yedikten sonra Reyhanlı’da başka bir yetimhaneye geçtik. Burası daha çok yatılı Kuran Kursu gibiydi..Ama kurslardan farkı burasının onların hem evi hem de okulu olmasıydı...Odalar çok düzenli ve temizdi..Üçer tane ranza, altı tane de tekli gardrop vardı...Öğrencilerin ders gördüğü yerler de vardı..Her yaştan çocuk var gibiydi..Çalışanları sıcak ve samimiydi,onlar da kimsesizdi sanırım...Bize çalışma odalarını,yatakhanelerini gösterirken tatlı bir heyecan duydukları çok belliydi..Onları ziyaret etmemizden çok memnun olmuşlardı..Çayın yanına bir şeyler ikram etmeye çalıştılar, bizlere elleriyle yaptıkları şeylerden hediye etmek istediler..Plansız ,samimi şekilde..Bana burdaki durum, küçükken köyümüze dışardan birisi geldiği zamanki hallerimizi hatırlattı...Çocuklar kapı arkalarından merakla ama utanarak, kıkırdaya kıkırdaya bakar, tüm ailede hizmet ederdi..Haa bu arada damdan dama , bir kaç Reyhanlı’lı  bayan ile de sohbet de etme imkanı bulduk. Hoşgeldiniz dediler, hal hatır sordular ve aşağı indiğimizde bize sıcak ekmekler hazırlamışlardı...İşte dedim,yurdumun güzel insanları...
Diğer gün başka yetimhaneleri de gezdik..Aldığımız balonları,şekerleri verdik, sohbetler ettik..Yetim yüzlerini bir nebze gülümsetmeye çalıştık...Hep mahcubiyetle aldılar, hep memnun oldular, hep çok tatlıydılar..Ve hep bir yumru boğazımızda takıldı kaldı... Kilis’e doğru yol aldık....

Kilis ,bir yanında düzenli, büyük ,yeni yapılmış binaları ile, diğer tarafta arnavut kaldırımlı ara sokaklarında baharat kokuları ile, tarihinin izlerini taşıyan çok güzel bir şehir. Şehre akşamüzeri vardık..Arabayı bir yerde bıraktıktan sonra, daracık ara sokaklarda, iki katlı avlulu eski evlerin bahçe kapılarının önlerinden geçtik...Hoş,sıcak bir mayıs esintisi vardı.Elli altmış yaşlarında bir amca bizi bir eve götürdü..Burada çok varmış bu yetim evlerinden. Bu evler,avlu içinde beş altı odalı iki katlı eski yapılar..Her odada bir aile kalıyor, tuvalet,mutfak falan ortak...Aile dediysem, bu evlerde hiç erkek yok..Savaşta ölmüşler ,tutuklanmışlar ya da gelememişler...Kadınların yüzlerinde keder, ama nasılsın denildiğinde ‘’ Elhamdülillah’’  kelimesini dolduran şükür...Bazı kadınlar inanılmaz güçlü, gururlu...İlk gittiğimiz evde otuzlu yaşlarda genç bir bayan,bize bodrum katını gösterdi.Bir sınıfa benzetmiş, bir kara tahta, bir kaç eski sıra...Öğretmenmiş aslında, burda da yetim çocuklara ders veriyormuş...Ortaokul yaşlarındaki oğlu da annesinin yanında, küçük okullarını o da tanıtıyor bize, hem mutlulukla hem de gururla...Hayat devam ediyor...Bu arada bizi yetim evlerine götüren amcayı tüm ahali tanıyor burada , çocuklar ‘’ dede dede’’  diyerek kucağına koşuşuyor...Kilis’e dair hafızamda kalan, yüzümde gülümse,kalbimde huzur bırakan çok tatlı bir görüntüdür bu...
Girdiğimiz son ev beni derinden etkiledi..Burdaki kadınlar hem çok güzel,hem çok aciz göründüler...Bir tanesi renkli gözlü,sarışın..Kucağında bebeği ,bir küçük kaza geçirmiş ,yanmış bir yanı..Diğer bir kadına sordum, sizin var mı çocuk diye, , kederle işaret etti, vefaat etmişler....Diğer birisi de evlatlarını, eşini kaybedince ,bir de yaşadıklarının ağırlığı ile akli dengesini kaybetmiş...Gözleri çok şey söylüyordu, gülümsemeleri buruktu...Bu evde bir de bebek vardı,ismi Şehit..Zaten burda bebekler hep babalarının adını almışlar..Şehit...
Akşam çok hoş ,tarihi bir mekanda Kilis’e özgü bir şeyler yedik..Şunu samimiyetle söylüyorum ki, güneyin mutfağı kadar güzel bir mutfak yok...Siparişi yorgunlukla biraz fazla abartmışız, arttı bir miktar...Garsonu çağırdık, bunları atıyor musunuz, ne olacak dedim..Yok dedi ,''atmayız merak etmeyin ,Suriyeli çalışanlarımız var, Yetim evlerine bırakırlar''...Tertemiz  lavaşların, yiyeceklerin atılmayacak olmasına,esnafın duyarlılığına sevinmiş olsam da ,yine  boğazıma takıldı bir düğüm işte...
Diğer gün sabah erkenden Antep’e yol almak üzere aracımıza yerleştik.Arkadaşları bekliyoruz..Ben her sabah kahvaltıdan sonra muhakkak Türk kahvesi içerim. Sigara tiryakiliği gibi bende de kahve tiryakiliği vardır ve malum cebinde de taşınmıyor kahve. Burada nasıl bir kısmetse, her yemekten sonra sadece bana, tevafuken kahve geldi. Kilis’de hemen hemen tüm dükkanların önünde taze kahve çekilip anında kahve yapılıyor ve küçük köpük bardaklarda ikram ediliyor.O sabah,kaç günün yorgunluğu ile hepimiz uyumuşuz, doğru düzgün çay bile içemeden koşarak arabaya yetiştik. İçim yanıyordu, kahve istiyordum ki Yine çok şükür öyle güzel denk gelmişti. Arabamızın durduğu yer, baharatçının önüydü. Ve mis gibi acı kahve yapıyorlardı,o gün güneşin ilk ışıkları ile Kilis’ten ayrılırken kahve keyfimi ayrı bir güzel yapıyordum...
Antep’ e geldiğimizde bizi elli yaşlarında ,sarışın,babacan sıcak kanlı bir beyefendinin ofisine götürdüler. Kendisi Şam Yetimler Derneğinin başkanıydı.Dünyada bir çok ülkede bulunmuş, yazar, aynı zamanda akademisyendi...İnanılmaz coşkulu karşıladı bizi..Türkiye diyordu, dünyada hiç bir ülkenin yapmadığını yaptı,minnetarız...İnşallah topraklarımıza döneriz ve sizin kaleniz oluruz...Sizlere her gün dua ediyoruz, siz müslüman aleminin arkası,tek dayanağısınız...Ayrıca bugünleri ve Türkiye'nin yaptıklarını  kaleme aldığını da ilave ediyordu..
Beyefendi çok içtendi, yerinde duramıyor bizimle ayrı ayrı sohbet ediyordu. İlk gördüğüm anda yakın gelmişti ama baktıkça tanıdık da geldi...Bir ara Medine ‘den bahsetti..O an acaba dedim, Tercümana döndüm,'' Medine de bir müze vardı, orda 2010 yılında seminer vermiş olabilir mi?''
Cevap hakikaten güzeldi. O müzenin müdürüymüş ve o tarihte ordaymış...’’Mümkün ‘’ dedi. Gözlerim doldu, Rabbim dünya ne küçüktü...
Beyefendi ile beraber buradaki yetimler programına katılmak için salona geçtik.Burası normalde  düğün salonu olarak kullanılan oldukça geniş bir yer. Masalar ve plastik sandalyeler ve ortada ,biraz yüksekte bir pist. Yine çocuklarla beraber oyunlar oynadık. Müşrika olarak isimlendirilen gönüllüler, yetimlerden sorumlu bakıcılardı. Çocuklar eğlensin, mutlu olsun diye ellerinden geleni yapıyorlardı...Ortak payda da buluşmayı bilen bunca insan, yalnız değillerdi ve geriye kalanlar birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı...
Sahneye çıktığımız zaman, aralarında olduğumuzu görmek onları inanılmaz derecede mutlu ediyordu..İri cüssesine rağmen,çocuklar gibi şen olan bir diğer kişi de o Beyefendi idi. .Pistte müziğn ritmine uydum, el çırpıyorum, bir ara baktım, küçük bir kız çocuğu ,kalabalıkta arada sıkışmıs ağlıyor. Hemen kucağıma alıp kaldırdım, sonra dört beş yaşlarında küçük bir adam geldi, abisiymiş.  O boyuyla kız kardeşini ne zaman elimden aldı, anlamadım. Kucakladığı gibi sandalyelerinin olduğu yere  götürdü. Bunu yaparken öyle ciddiydi ki..O Küçücük haliyle abi olmuştu. Daha doğrusu babalarının yerini almış gibi. .. Müthiş bir sahiplenmislik ,hem gülümsedim ,hem hüzünlendim..
Bir de burada Türkmen kız çocukları buldum, böylece onların tercümanlığında bir çok çocukla iletişime geçebildim.Benzer hikayeler, önce bombaların sesleri gelmiş, sonra kendileri..Bir gün bir arabaya binip gelmişler işte,bir bavula ne sığarsa...Peki baban dedim birine, ‘’onu çok önce askerler götürmüştü’’ dedi.
Yine burda da ikram vardı,misafir olduğumuz için ilk bize verdiler .Çocukların gözü önünde yemek istemedim ,ilk onlar yesin istedim.Uzattım, alsınlar diye, kesinlikle kabul etmediler. Sonra öğrendim ki arkadaşlar da benim gibi yapmışlar, diğerleri de kabul etmemiş.İçecek de ikram edilmişti, kullanmadığım bir içecekti, ‘’ben içmiyorum ,lütfen alın ‘’dedim..Uzattığım yanındakine, diğeri öbürküne uzattı, kaç masa gitti böyle bilmiyorum. İnanılmaz bir gönül tokluğu, mahcubiyet, edep...Tek kelime ile hayranlık duydum..Küçücük vücutları, kocaman yürekler barındıran bu çocuklar;  unuttuğumuz, kaybettğimiz ne çok şeyin olduğunu hatırlatıyordu...
Sahnede sunucu da çok profesyoneldi, palyaçolar da...Biz de program kapsamında dışardan gelmişlerdir diye düşünmüştük. Programdan sonra gittiğimiz yetim evinde gördüm ki,onlar da yetimlerdenmiş...O evlerde kalıyorlar, küçük çocukların bu durumdan haberdar olduklarını sanmıyorum...Beraber ağlayıp, beraber gülmek diye buna denir işte...Dünyanın küçüklüğünü bir kere daha beraber idrak ettiğimiz beyefendi  , bana ordaki bayanların diktiği bir namazlık hediye etti...Bizleri,  eşi ve gönüllü çalışanlar ile birlikte aracımıza kadar uğurladı...

Evet, bu çocuklar Suriyeli...Bombalar altından kaçmışlar..Hatıralarını, evlerini , ailelerini ,babalarını geride bırakmıslar..Bazıları da çok daha fazlasını...
Burdan tarihe not düşüyorum. Gittim, gördüm, yaşadım..Hepsini de anlatamadım...O çocuklar masum...Elbette bir ülkede hırsız da var,alim de var....Bizim halkımızı düşünüyorum da , öldürülme korkusuyla girilemeyen sokaklarda var, tertemiz insanlarla dolu alanlar da...
O yüzden her zaman dediğim gibi, insanlar sadece ikiye ayrılırlar...Rabbim iyilerden etsin...


Mesleğimi kirletiyorsunuz

Bu gün bir öğretmen sayfası şöyle bir paylaşımda bulunuyor.Televizyonda evlilik programı yapan bir bayanın resmini koymuş ve resmin altına da bakın lise meznunu Esra Erol 'ün günlük geliri 50 bin lira,öğretmenin yıllık geliri 30 bin lira yazmış  ve eklemiş '' he tamam öğretmenin iki ay tatili var ve ek ders alıyor ''...
Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir böyle !
Artık her insanın aldığı maaşı öğretmen maaşı ile ,  her insanın zekasını da üniversite giriş puanı ile değerlendirmeyi bırakalım.
Lise mezunu bu bayan , bir öğretmenin kaç katı kazanıyormus da , Futbolcular öğretmenin bir ömür kazandığından çok kazanıyormus da, şu dizide oynayan  adam öğretmenden bu kadar fazla  kazanıyormus ... Bir de bu paylaşımı öğretmenler sayfasında yapıyorlar, tüm eleştirileri haklı çıkarırcasına...İşin gücün yok demekki ki,  milletin aldığı paraya kafa yoruyorsun demezler mi adama...Bırakalım Allah Aşkına...''Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz'' ... Öğretmenliğin tadından bi haber böyle insanlar da, beğenmedikleri öğretmen maaşı ile evini arabasını alıp ,son modeline ve daha konforlusuna özenirler..Bu sırada da her ne hikmetse kendilerini Esra Erol ile, Hülya Avşar ile Acun ile karşılaştırılar...Varsa o kadar  daha çok parada pulda gözün, hodri meydan, bulunur yolu...
Rusya da tıp fakültesi bitirmiş birisi ama şimdi işçi, Doğu da köy ağasınin oğlu, dört işlem bilmez trilyoner , Afganistanin en zeki çocuğu, geçenlerde bombalandı , dünyanın en ünlü yazarı belki şu an limon satıyor......... Nice zeki yetenekli çalışkan insanlar var zengin,  nice zeki yetenekli çalışkan insanlar var fakir...    Dünyanın zindanları alimlerle dolu, sen neyin derdindesin ? Burası adalet yeri olsaydı,  elindekine bile sahip olabilir miydin acaba !

Ama illa da karşılaştırmak istiyorsan kendini, aynı okulda görev yaptığın , asgari ücretle çalışan ve hiç bir hakkı olmayan öğretmenle karşılaştır.  Illa baska kulvarlarla kıyaslama yapacaksan da bırak televizyoncuları falan , karın tokluğuna Afrikada çalışan doktorla, Filistin de vefaat eden Fransız gazeteci ile, Suriye sınırında taciz görmüş çocuklara, gönüllü psikolojik destek veren psikologla.....daha iyi bir dünya uğruna malından mülkünden vazgeçenlerle kıyasla...

Böyle küçük, basit hesaplarınızı, mahalle dedikodusu yapar gibi bir üslupla öğretmen sayfasının altında paylaşıyorsunuz ya, mesleğimi kirletiyorsunuz..

3 Haziran 2015 Çarşamba

Özgürlük Yazarları

Biraz önce bir film izledim, çok etkilendim..Bazen tam da o filmdeki kadın gibi hissediyorum, ...İnsanlar öğrencilerime olan sevgime ve müsamahama  zaaf ve ya acizlik gibi bakarken,-her ne kadar şüphe tohumlarını içime atsalar da- ben ne gördüğümü biliyorum diyorum içimden.... Herkes bana şöyle olmalısın, böyle yapmalısın derken ben gülümsüyorum..Böyle bir öğretmen olduğum için zaman zaman kırılıyorum, beni hayal kırıklığına uğrattıklarında üzülüyorum ,,,Ama düşünüce kazandıklarımın yanında kaybettiklerimin hiç bir hükmü yok..
Film Amerika da çoğunluğu zenci olan sorunlu öğrencilerin olduğu bir okulda bir öğretmenin mücadelesini konu alıyor. En etkileyici kısmı ise, tamamen gerçek hayattan alınmış olması...
''İşte Bu''  dediğim anlardan birini yaşadım bu akşam...Amerikada Türk görmüş gibi, çocukluğundan bir kareyi seninle aynı anda hatırlayan birini bulmuş gibi, çirkin ördek yavrusu değil kuğu olduğunu farkettiğin anlar gibi...
Seninle aynı duyguyu ve düşünceyi paylaşan insanların olması, onların başarmış olması , yalnız olmadığını hissetmek....
Güzel şeyler yapmak için uğraşan tüm insanlar, yazın, çizin,paylaşın bizimle ve artarak katılalım size..
Dünyanın her yerindeki farklı renk,dil,din ve yüzlerce  farklı özelliği barındıran ancak ;insanlığa faydalı olmanın huzurunda mutluluğu bulan ve tek bu ortak noktayla kardeş olan güzel insanlar ,Allah razı olsun sizden...